Son günlerde gündeme gelen İslamcılık tartışmaları ile ilgili olarak ilahiyatçı yazar Hamdullah Tan’a sorduk. Tan, İslamcılığın ne olduğunu ve bu kavram üzerinden bizlere neler yapıldığını içtenlikle cevaplayarak, son günlerde gündemde olan İslamcılık ile ilgili olarak gerçekleri anlattı.
İlahiyatçı yazar Hamdullah Tan ile Yazı İşleri Müdürümüz Mehmet Ağaslan’ın gerçekleştirdiği o röportaj:
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1985 yılında Adana da doğdum. Babamın görevi sebebiyle Şanlıurfa Halfeti de İlköğretimi tamamladım. Orta öğrenimimi ve liseyi Birecik İmam Hatip Ortaokul ve Birecik İmam Hatip Lisesinde okudum. Lisans eğitimimi Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde tamamladım. Daha sonra Yüksek Lisans eğitimimi yine aynı Üniversitede Sosyal Bilimler Enstitüsünde Felsefe ve Din Bölümlerinde sürdürmekteyim. Üniversite okuduğum süre zarfında ve öncesinde 7 yıllık imam-hatiplik görevinde bulundum. Bunların yanında yine bu arada değişik sivil toplumlarında ilçe, il başkanlıkları ve kurucu başkanlık yine genel başkanlık görevlerinde bulundum. Hâlâ sivil toplum çalışmalarını aktif olarak sürdürmekteyim.
Birçok farklı dergi de yazılarım yayınlandı. Yine farklı gazetelerde köşe yazarlığı yaptım. Yazma işini de hâlâ sürdürmekteyim. Arapça, Kürtçe, dillerini bilmekteyim. Evli ve bir çocuk babasıyım.
Öncelikle İslamcılık nedir?
İslamcılığın birçok tanımı yapılabilir. Ama tarihsel çıkış ve gelişimine bakarak bir tanım yapmak daha doğru olacaktır. Tarihe baktığımız zaman birçok mezhebin, grubun veya akımların meşhur olmuş adları, onlara karşıtları tarafından verilmiştir. Mesela bir itikadı mezhep olan Mu’tezile birçok isim ile anılsa da karşıtları tarafından verilen bu isim meşhur olmuş ve tarih boyunca daha çok bununla anılmıştır. Yine Kaderiyye mezhebinin adında da bu böyledir.
Batılılar Müslüman bölgeleri işgal etmeye çalıştıklarında karşı çıkan mücadele eden ve direnen Müslümanlar için farklı farklı isimler kullanmışlardır. Niyetleri; direnen ile direnmeyenleri ayrı tutmak ve direnen kişileri – bugünün kavramı ile söylüyorum – “terörist” olarak tanımlayıp direnişlerini kırmak ve pasif olanların uyanışını engellemek. İşte İslamcılık kavramının hikâyesi de böyledir.
Tarihsel gelişimi dediniz peki biraz somutlaştırabilir misiniz?
İlk olarak “İslamcı” kavramı Tunus’ta Fransızlara karşı direnenler için kullanılmıştır. Direnenlere Pan-İslamist denmiştir. Bununla beraber diğer Müslüman bölgelerde direnenlere yine terörist anlamına gelecek kavramlar kullanılmıştır: “Radikal Müslümanlar, İhvancı, Aşırı Dinci, İslami Terörist” gibi birçok kavram Batılılar tarafından Müslümanlar için kullanılmıştır.
Peki, bunu yapmaktaki niyetleri neydi, bununla neyi amaçladılar?
Bütün meseleleri; işgal hareketine karşı direnenlere yani pasif olmayıp sessiz kalmayıp başkaldıranlara “Müslüman Direnişçiler” dememekti. Bu algıyı öyle bir işliyorlar ki işgale uğrayan bölgelerdeki bazı Müslümanlar bile direnenlere bu kavramları kullanabiliyor.
Türkiye bağlamında İslamcılık ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında ; ” Said Halim Paşa, Şemsettin Günaltay, M. Akif Ersoy, Eşref Edip, Şeyhül-İslam Musa Kâzım Efendi” İslamcılık düşüncesinin önemli isimleridir. Bu düşünceyi savunanlar Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r – Reşat, Beyanül-Hâkim gibi dergilerin çevresinde toplanmışlardır.
Türkiye’de, 28 Şubat sürecinde darbe için nedenler sıralandığında, “Radikal Gruplar veya Aşırı İslamcılar” kavramlarını bolca duymuşunuzdur. O dönem bunların yanında “iyi Müslüman, şirin Müslüman ve batılıların sevdiği uslu Müslüman” diye kendini tanımlayan bir dinî cemaat vardı. Bu cemaat, dini emirlere göre yaşamayı rejim için tehlikeli görenlere; ” bakın onlar radikal, biz ılımlıyız ” diyordu. Bunların hocaları, Rahmetli Erbakan için ise “bunlar ülkeye zarar veriyor artık bırakıp gitsinler” demişti. Sistemin yanlışlarına direnen bir Müslümana yine Müslüman bir cemaatin lideri “bunlar terörist” diyerek direnişin önünü kesiyor ve darbenin yapılmasında bizzat rol alıyordu.
Sizce 28 Şubat sürecinde kendini “ılımlı Müslüman” olarak tanımlayan yapının niyetini açık eden en iyi örnek nedir?
28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağı başladığında erkek ve kız öğrenciler yasağa karşı direniş başlatmışlardı. Üniversite önlerinde protestolar yapıyor seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Protestolara başı açık olan kızlar ve solcu gençler de katılıyordu. Yasağa direnenleri ne polis şiddeti ne de sınıfta kalma korkusu caydırıyordu. Bütün engellemelere karşı direniş sürüyordu. Herkes biliyordu ki bu şekilde giderse yasakçı zihniyet geri adım atmak zorunda kalacaktı. Ama öyle bir şey oldu ki direnişi kıran şey hiç beklenmedik yerden gelmişti. Karşıdan, düşmandan değil bizzat içimizden, bizden sandıklarımızdan gelmişti. Ortalarda “başörtüsü furuattır” fetvası dolanmaya başlamış. Fetvayı veren dini cemaatin müntesipleri, meydanlardan çekilmeye başlamış ve başörtülerini atıp başı açık veya peruk ile derslere girmeye başlamışlardı. Direnişe en büyük darbe yine işte bizden sandıklarımızdan gelmişti.
Bu gibi yapıların liderlerinin arkasında gidenler durumun farkında değiller mi peki?
Fransa’ya karşı direnen Tunus ve Cezayir’de de, İngiltere’ye karşı direnen Mısır’da da böyle olmuştu. Kaledeki ilk gediği dışardakiler değil, içerdekiler açmıştı. Batı en baştan beri bütün işgal ve dizayn girişimlerinde başta kendi tarafına karşıdan bir piyon seçip lider konumuna getirip ve bu kişi etrafında pasif bir kitle oluşturmuştur. Bu pasif kitleyi, işgallere ve dizayna direnenlere karşı kullanmıştır. Kitlenin oyundan haberi olmasa da bilmeden ne yazık ki kullanılmıştır.
O zaman söylediklerinize göre Müslüman bir kitlenin karşısına yine Müslüman bir kitle çıkartılıyor ve hikâye böyle başlıyor. O zaman bu savaş kimle kim arasında, bunun ismini koymak gerekirse… ?
Aslında tarihten beri Müslümanların asıl savaşı dışardaki düşmanlar ile olmamıştır. İçerisindekiler ile olmuştur. Yine pasif Müslümanlar hem Müslümanlara hem de dine, tarihten beri telafisi olmayan zararlar verdirtmişlerdir. Müslümanlar, “akleden bir kalbe” övgüler dizen bir dinin müntesipleri oldukları halde, “Müslüman feraset sahibidir, bir delikten ikinci defa ısırılmaz” diyen peygamberin ümmeti oldukları halde, aldanmaktan ve aldatılmaktan geri duramamışlardır. Bu savaşa bir ad koymak gerekirse bunu Merhum Şeriatı ( Ali ) yıllar önce yapmıştı. Bu savaşın adını “dine karşı din” koymuştu. Biliyorsunuz bu isimde kitabı da var. Türkiye bağlamında buna bir isim vermek gerekirse “İslam’a karşı İslam” diyebiliriz. Burada bir sorun ortaya çıkıyor. Peki, hangisi gerçek İslam? Bu ayrımı nasıl yapabileceğiz? İlahiyat Profesörleri, ülkenin kanaat bildirenleri bile yanılmışken ve hatta İslamcıların abisi konumunda olan kişi bile şuan aldatıldım diyorsa, halk bu soruyu sormakta haklı. Nasıl bu ayrımı yapacağız? Aslında soru zor olsa da cevabı o kadar zor değil. Taşeron olan götürü iş alan yapılarda, bireyin ‘kendine ait bir hayatı’ yoktur. Onun ‘değersiz hayatı’ , yüce amaç için ortaya konulmuş ‘büyük Hayat’ın bir parçasıdır sadece. Böylece başlayan kuşatma, bireyin ilgili yapı olmadan kendi hayatını devam ettiremeyeceği bir düzleme ilerler. Kariyerini, eşini, ekonomik durumunu, dostlarını, gündelik yaşam pratiğini ilgili yapı belirledikten sonra oradan çıkış çok ama çok zordur. Bun en iyi İlahiyat Profesörleri ve zamanında İslamcıların abisi konumundaki kişi bilir. Ama buna rağmen bu gibi yapıların içerisinde iseler bunun sebebini ancak ‘güç ve ekonomi’ olarak açıklayabiliriz.
Tekrardan İslamcılık konusuna dönersek, bu kavram dışardakiler tarafından kullanılmış olmasına rağmen biz bile tanımlarken kullanmak zorunda kalıyoruz. Bunun yerine başka bir kavram bulamaz mıyız? Bir de bu kavramı kullanmak yanlış değil mi?
Toplumlarda bazı olaylar olur. Bunlar kendileri ile beraber izler bırakırlar. Daha sonra bazen karşımıza kurumsallaşmış halde çıkarlar ve artık bunlardan söz ederken olgu kavramını kullanırız. Zira artık karşımızda kurumsallaşmış ve yerleşmiş olarak dururlar. Bunlar kavramlar içinde geçerlidir. Daha sonra bunları değiştirmek öyle kolay bir iş değildir. İş meselesi bile değildir. Bir süreç meselesidir. Bir de bazı şeyler vardır; ilk başta farklı bir niyet ile ortaya çıkar. Ama daha sonra başka bir şeye evrilirler ve ilk çıktığı niyet unutulur. Kimse hatırlamaz bile. Olumlu mu olumsuz bir niyet ile mi çıkmıştı, hangi niyet ile çıkmıştı bu kimsenin aklına bile gelmez. En son hangi anlamı bulmuşsa artık mecrası orasıdır. İslamcılık kavramı da işte böyledir. Şu an tanımlama yapılırken olumsuz bir anlam yüklenerek yapıldığını düşünmüyorum. Siz bile diyorsunuz ki, “tanımlamak için kullanmak zorunda kalıyoruz” . Bunu yaparken yanlış yapmıyorsunuz. Daha doğrusu bu yanlış veya doğru meselesi değil. Dediğim gibi süreç ve kabuller meselesi. Tüm bu söylediklerimiz ile beraber; direnen, susmayan kişilere İslamcı deniyorsa, terörist deniyorsa, evet bu anlamda biz İslamcıyız. Ama bize sorarsınız biz sadece Müslümanız. Ama şuna inanan Müslümanlarız; “pasif iyinin iyi olmadığına, aslında pasif iyinin aktif kötünün teşvikçisi olduğuna ve asıl iyinin aktif iyi olduğuna.”
Bu olaylar süreç meselesi diyorsunuz. Peki, sürecin başında fark edebilme ve engel olabilmek mümkün değil midir?
Bu soruya evet veya hayır diye bir cevap vermek mümkün gözükmüyor. Şöyle söyleyebiliriz ama bazen fark edebilirsiniz ama bazen de olmaz bu. Ya da şöyle söyleyelim, her zaman fark etmek demek engel olunabileceği anlamına gelmiyor. Açıkçası toplumdan, kitlelerden bahsediyor ve sürecin başını konuşuyorsak, net şeyler söylemek zordur. Ama güncel bir olay üzerinden gitmeye çalışalım, söylemek istediğim daha somutlaşsın: Her yıl Nisan ayında Kutlu Doğum etkinlikleri yapılıyor. Diyarbakır’da da her sene ciddi bir katılım ile kutlanıyor. Bu etkinliği yapan ise bir platform. Ama belli bir kesimi temsil eden bir platform. Fakat program olup bittikten sonra; internet sitelerinde, sosyal medyada ” Müslüman Kürtler Diyarbakır’da tarih yazdı ” manşetlerini görüyoruz. Baktığınız zaman ne var bunda diyebilirsiniz? Aslında hiç de öyle değil. Tehlikeli bir dil bu. E peki Müslüman olmayan Kürtler kim sorusu akla geliyor. Bölgeye baktığımızda böyle bir ayrım yok. Realite ile uymayan bir kavram. Ama buna rağmen son zamanlarda her Kutlu Doğum döneminde sıkça duyduğumuz bir kavram. Demek istediğim şu ki; bu tehlikeyi görüp uyaran kişiler var. Ama birilerinin işine gelmiyor. Kulaklarını tıkıyorlar. Fark edilse de gördüğünüz gibi engellemek her zaman için mümkün olmuyor. Bunun da birçok nedeni var tabii ki.
Söylediklerinize göre Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında İslamcılık ile ön plana çıkmış kişiler var. İslam dünyasında da yine İslamcılık denildiği zaman akla gelen başka isimler de var. Seyyid Kutup, Mevdudi gibi. Sizin de başta belirttiğiniz gibi birçok İslamcılık tanımı var bunun sonucu olarak birçok İslamcılık tanımı ve anlayışı ortaya çıkmış oluyor. Peki, bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de sizce takip edilebilecek İslamcılık yorumu hangisidir?
Evet, söylediğiniz gibi birçok yorumu var. ‘Türkiye İslamcılığı ‘karşılaştığı imtihanlarda çok başarılı olmadı. Şuan önerebileceğimiz isimler var tabi ki ama çok az. Onları da burada söylemeyi şu an için doğru bulmuyorum. Bunun için biraz daha zaman gerekiyor. Tunus’taki El-Nahda hareketini ve başındaki Raşid Gannuşi’yi yakından takip etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Öncelikle ümmetimizi yakından ilgilendiren bir konuyu şeffaf bir şekilde gündeme getirmek isteyişinden dolayı Gazete Urfa ailesine teşekkür ediyorum. Ayrıca, İsmet Özel’e bir röportajında ” İslamcı mısınız” diye sorulur. O da derki ” hem de nasıl “. Eğer bu sözü anlamak istiyorsak, İsmet Özel’in yıllar önce yazdığı “bize yüzde altı derler” yazısını okuyun derim.
(Röportaj: Mehmet Ağaslan)